29 Mart 2015 Pazar

Psikoloji Deneyleri


Milgram Deneyi
   Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır. Deneyi gerçekleştiren Yale Üniversite piskologlarından Stanley Milgram , bu araştırmasını ilk olarak 1963'te Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi (İng.: Journal of Abnormal and Social Psychology dergisindeki makalesiyle tanıtmış ve bulgularını 1974'te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış(İng.: Obedience to Authority; An Experimental View) isimli kitabında daha derinlemesine incelemiştir.
Deneyler nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ın Kudüs'te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra, Temmuz 1961'de başladı. Milgram, deneyleri şu soruya cevap aramak üzere geliştirmişti: "Eichmann ve Yahudi Soykırımında yer alan yüzbinlerce yardakçısı sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi?
Milgram ulaştığı sonuçları 1974 tarihli makalesi "İtaatin Tehlikeleri"nde (İng.: The Perils of Obedience)özetledi:
İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesinde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren en önemli bulgusudur.
Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yoketme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.





                                  Asch Deneyi
  
Asch deneyi, 1953'de yayımlanan insanın karar verme sürecinde, çevresinin etkisinin ne denli önemli olduğunu anlamaya çalışan deneydir. Deneyi Polonya asıllı ABD'li sosyal psikolog Solomon Asch yürütmüştür.
  Deneye katılacak olan katılımcılara bir görüş testine girecekleri söylenmiştir. Deneyde tüm katılımcılara bir çift kart gösterilmektedir. Bu kartların birinde biri kısa biri orta ve biri uzun olmak üzere 3 çizgi vardır. Diğer kartta ise tek bir çizgi bulunmaktadır. Deneklere bu karttaki çizginin diğer karttaki çizgilerden hangisine benzediği sorulmuştur. Deneyde katılımcılardan biri hariç diğer hepsi Asch'ın asistanlarıydı ve önceden belirlenen davranışları yapmaktaydılar. Deneyin amacı gerçek deneğin davranışlarının diğer deneklerden ne derece etkilendiğini bulmaktı. Katılımcıların hepsi aynı odada durmakta ve kendilerine kart çiftleri gösterildikten sonra sırayla cevap vermeleri istenmekteydi. Gerçek deneğe ise sıra en son gelmekteydi. Sıra ona gelene kadar denek diğer katılımcıların cevaplarını duymaktaydı. İlk birkaç denemede tüm denekler doğru cevap vermekteydi. Fakat daha sonra gerçek denek dışındaki katılımcılar hep birlikte yanlış cevaplar vermeye başladılar. Cevap sırası kendisine gelen gerçek deneklerden %32'si grubun yanlış da olsa söylediği cevaba katılmıştır.
Bu deney Stanley Milgram'ı etkilemişti. Kendisi bu deneyden çok daha sonra insanların itaat davranışı ile ilgili olan Milgram deneyi'ni yürütmüştür
.

Hermann von HELMHOLTZ

                             Hermann von HELMHOLTZ

   Hermann von Helmholtz (1821-1894) 19. yüzyılın en büyük bilim adamlarından birisi olan Helmholtz fizik ve fizyoloji alanlarında pek çok eser bırakan bir araştırmacıdır. Psikoloji, Helmholtz’un bilimsel katkılarda bulunduğu alanlar içerisinde üçüncü sıradadır. Fechner ve Wundt’un da çabalarıyla birlikle, Helmholtz’un çalışmaları psikolojinin başlamasına yardımcı olmuştu.
   Helmholtz, Almanya’da babasının Gymnasium‘da ders verdiği Potsdam şehrinde doğdu. Sağlık durumunun hassasiyetinden dolayı önceleri evde eğitim gördü. 17 yaşında Berlin Tıp Fakültesine girdi. Buradan mezun olduktan sonra orduda cerrah olarak çalışacak kişilerden okul ücreti alınmıyordu. Helmholtz bu nedenle yedi yıl orduda çalıştı. Bu süre boyunca fizik ve matematik alanlarındaki çalışmalarına devam etti, birçok makalesi yayımlandı ve enerjinin yok edilemez olarak olduğu hakkında bir rapor hazırladı. Helmholtz bu raporla enerjinin korunumu kanununu matematiksel olarak formüle etmişti. Ordudan ayrıldıktan sonra Königsberg üniversitesinde fizyoloji profesörü olarak çalışmaya başladı. Sonraki 30 yılda, Bonn ve Heidelberg’te fizyoloji alanında, Berlin’de de fizik alanında akademik görevlerde bulundu.
  Oldukça enerjik bir kişi olan Helmholtz birkaç farklı alanda eserler yayımladı. Fizyolojik optikler üzerine yaptığı çalışmasında gözün retina tabakasını incelemede kullanılan bir alet (optithalmoscope) keşfetti. Üç yıllık çalışması Fizyolojik Optikler (1856- 1866) çok etkili ve kalıcı oldu. Bu eser 60 yıl sonra İngilizce’ye tercüme edildi. Akustik problemler üzerine olan araştırması 1863 yılında, Helmholtz’un hem kendi bulgularının, hem de halihazırdaki literatürün tümünün özetlendiği Ses Duyumları Üzerine isimli çalışmasında yayınlandı.
  Nesnenin göz önünden kaldırdıktan sonra retinada kalan hayali (sonraki görünüm), renk körlüğü, Arapça-Farsça müzik ölçüsü, insan gözünün hareketleri, geometri aksiyomları, buzulların oluşumu ve saman nezlesi gibi değişik pek çok konu hakkında yazılar yazdı. Sonraki yıllarda Helmholtz dolaylı olarak telsiz telgrafın bulunmasına katkıda bulundu.
  Helmholtz’un psikolojiyle ilgisi sinir akımlarının hızı, görme ve duyma araştırmaları yoluyladır. Helmholtz’un döneminden önce sinir akımının bir anda en azından ölçülemeyecek kadar hızlı yol aldığı düşünülürdü. Helmholtz bir kurbağa ayağının bağıl kasını ve hareket sinirini uyararak iletinin hızının deneysel olarak ölçümünü sağladı. Bu şekilde sinirsel uyarımın tam anının ve sonuçta ortaya çıkan hareketin kaydedilmesi mümkün oldu. Helmholtz farklı sinir uzunlukları ile çalışmalar yaparken, kasların yakınındaki sinir uyarımı ile kasların tepkisi arasındaki gecikmeyi kaydetti. Ve aynı şeyi kaslardan uzaktaki uyarımlar için de yaptı. Bu ölçümler sinir akımı iletisi için gereken zamanın, saniyede ortalama 83 metre oranında olduğunu ortaya kodu. Helmholtz ayrıca bir duyu organının uyarılmasından, bu uyarıma verilen motor cevaba dek olan dolaşımın tamamını inceleyerek insan deneklerin duyum sinirlerinin tepki zamanı üzerine de deneyler yaptı. Bulgular, çok büyük bireysel farklılıklardan başka, aynı bireyde bir denemeden ötekine farklılıklar olduğunu onaya koyunca araştırmalarını durdurdu.
  Helmholtz’un sinir akımlarının nakil hızının bir anlık olmadığına ilişkin kanıtı, düşünce ve hareketin daha önce zannedildiği gibi eş zamanlı olarak ortaya çıkmadığı, ölçülebilir bir aralıkla birbirini izlediği düşüncesini ortaya koyuyordu. Bununla birlikte Helmholtz sinir akımlarının sadece hızlarıyla ilgilenmiş, bunun psikolojik önemiyle ilgilenmemiştir. Helmholtz’un araştırmalarının psikolojik açısından önemi daha sonra, yeni psikolojinin önemli araştırma alanlarından birisi olan tepki-zamanı deneylerini yapmaya devam eden araştırmacılar tarafından kabul edilmiştir. Helmholtz’un araştırması psikolojik süreçlerin ölçülebilmesinin ve üzerinde deney yapılabilmesinin mümkün olduğunu gösteren ilk işaretlerden birisidir.
  Helmholtz’un görme üzerine yaptığı çalışmalar psikoloji açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Dış göz kaslarının ve iç göz kaslarının göz merceği üzerinde odaklanması mekanizmasının araştırılmasına ek olarak, Helmholtz, orijinali 1802 yılında Thomas Young tarafından yayımlanan görme gücü teorisini genişletmiştir. (Teori bugün Young-Helmholtz görme gücü teorisi olarak bilinmektedir.)
  Helmholtz’un bileşik seslerin algısı ve bireysel sesler, uyumun ve uyumsuzluğun doğası ve işitmenin tınısı teorisi gibi çalışmaları daha önemsiz değildir. Teorilerinin uzun vadeli etkisi modern psikoloji ders kitaplarında bir yer edinmek yoluyla kendini göstermiştir.


Edward Bradford TİTCHENER

                                       Edward Bradford TİTCHENER
 


        E. B. Titchener kendisini Wundt’un sadık takipçisi olarak ilan ederken, aslında Wundt’un sistemini kökten değiştirdi ve yapısalcılık (structuralism) adı altında kendi yaklaşımını ortaya koydu. Bu iki sistem birbirinden oldukça farklıydı ve “yapısalcılık” sıfatı Wundt psikolojisi için değil, ancak Titchener psikolojisi için kullanılabilirdi. Yapısal psikoloji daha yeni hareketlerin kendisine meydan okumasına kadar ABD’de birkaç yıl boyunca şöhret kazandı.
 Titchener Amerikan psikoloji tarihinde oldukça etkili olmasına rağmen, onunla aynı dönemde ABD’de çalışmalar yapan başka kişiler (özellikle William James, G. Stanley Hall ve James McKeen Cattell) psikolojiye yönelik kendi farklı yaklaşımlarını geliştirmişlerdi. Wundt bilinç içeriklerini ve elemanlarını kabul ediyor olmasına rağmen, asıl ilgilendiği nokta, bunların, tamalgı yoluyla yüksek düzeyli bilişsel süreçler halinde düzenlenmesi idi. Wundt İngiliz empiristler ve çağrışımlar tarafından geliştirilen mekanik ve edilgen çağırışım düşüncelerine zıt bir şekilde, zihnin, bilinç elemanlarının iradi olarak düzenleyebilecek güce sahip olduğu görüşündeydi. 
Titchener empiristlerin ve çağrışımcıların zihnin içerikleri veya elemanları ve çağrışım aracılığıyla oluşan mekanik bağlantı düzeni üzerinde yoğunlaşmalarını onaylıyordu. Tilchener’in İngiltere’de doğduğu ve Oxford Ünıversitesi’nde eğitim gördüğü düşünülürse bu hiç de şaşırtıcı olmaz. O, Wundt’un tamalgıya verdiği önemi yararsız sayıp dikkate almamış ve onun yerine bilincin yapısını şekillendiren elemanlar üzerinde yoğunlaşmıştır. 
Titchener’in görüşüne göre, psikolojinin asıl görevi bu basit bilinçli deneyimlerin doğasını keşfetmek, yani, bilinci kendini oluşturan ayrı parçalara analiz etmek ve bunu yaparken bilincin yapısını keşfetmekti. Titchener bunu gerçekleştirmek amacıyla Wundt’un içgözlem metodu üzerinde bazı değişiklikler yaptı. Yapılan bu değişikliklerle içgözlem metodu Wundt’tan çok Külpe’nin yaklaşımına benzemiştir.

Wilhelm Wundt

                                             
                                                    Wilhelm Wundt

                         
   Wilhelm Wundt (16 Ağustos 1832 - 31 Ağustos 1920) Almanya'da 1879 yılında ilk piskoloji
 laboratuvarını kurarak deneysel psikolojinin adımlarını atmıştır. Zihnin yapısını incelemeye alan yapısalcılık ekolünün kurucusudur. 

1879 da Wilhelm Wundt’un psikoloji laboratuvarını kurması ile deneysel psikolojinin temelleri atılmıştır. Wundt ilk çalışmalarında duyum ve imgeleri araştırdı. O ve izleyenler karmaşık zihinsel yaşantıların yapısını incelemeye çalışmıştır. Bu nedenle bu ekole yapısalcılık denir. Örnek aldıkları bilim dalı kimyadır. Kimyada, nasıl birleşik maddelerin yalın elementlerden oluştuğu çözümleme ile anlaşılıyorsa karmaşık bilinç olaylarının yapısal açıdan çözümlenmesi ile de psişik olayların daha iyi anlaşılıp açıklanabileceğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre psikolojinin amacı, bilincin karmaşık yapısını çözümlemek zihnin en yalın öğelerini araştırmak ve bunlar arasındaki ilişkileri bulup yasalar halinde formüle etmektir. Artık duyumlar, algılar, anılar laboratuvarda incelenmeye başlanmıştır. 

Yapısalcıların araştırmalarında kullandıkarı yöntem iç gözlem ve deneydir. Temsilcileri Wundt ve Titcher’dir.

Psikoloji

                                         

PSİKOLOJİ


   Etimolojik olarak psyehe (ruh) ve logos (bilgi) kelimelerinden oluşan psikoloji teri­mi, ruh bilgisi anlamına geliyorsa da, bu an­lamın tarihsel olmak dışında bir önemi yok­tur. Modem bilimin bir dalı olarak psikoloji, canlıların duygu, düşünce ve davranışla­rım modern bilimin determinizm objektif­lik (nesnellik) ve evrensellik ilkeleri gere­ğince inceleyen, birçok alt-dala ayrılmış ol­masına rağmen gelişimini henüz tamamla­mamış bir bilim şeklinde tanımlanabi­lir. Ancak bu tanımda herkesin kesinlikle anlaştığı söylenemez, örneğin duygu ve düşüncenin modem bilimin ilkelerine göre incelenemeyeceğini, bu nedenle psikoloji­nin konusunun canlıların gözlemlenebilen ve ölçülebilen eylemleri (ki bunlara 'davra­nış' adı verilir) olması gerektiğini savunan psikologlar da vardır. Psikolojideki yöne­lim, davranışçılığın artan etkisine tepki ola­rak bu yöne doğru kaymakladır.
 Modem yaklaşımlar, psikoloji tarihini kabaca üç ayrı dönemde ele alırlar. İlk dö­nem "Klasik Psikoloji" adıyla anılır. Klasik dönem, eski Yunanla başlar, I. Dünya Sa-vaşı'na kadar sürer. Eski Yunan öncesinin ve bütün Doğu coğrafyasının hesaba bile katılmadığı bu dönemin, yüzlerce yılı içine almasına rağmen, psikoloji tarihindeki öne­mi yalnızca modern psikoloji için hazırlayı­cı bir kuluçka dönemi olmasından ibarettir. Zihin (mind) ile ilgili sorunları felsefenin merkezine yerleştirdiği için Descartes'a ge­rekli felsefi zemini hazırladıkları için İngi­liz deneyci filozoflarına ve diğer dallardaki bilimsel keşifleri yapmış Kopemik, Kepler, Newton, Harvey gibi mucitlere özellikle şükran belirtilir."Sistematik Psikoloji" adı verilen psiko­lojinin ikinci dönemi I. Dünya ve II. Dünya Savaşları arasındaki sürede yer alır. Bu dö­nem modern psikolojiin kuruluş evresidir. Psikoloji, felsefeden kopmaya başlamış, modern bilimin ilkeleri, psikolojiye uyar­lanmaya çalışılmış, birçok psikoloji ekolü
ortaya çıkmıştır. 1879 yılında, Leipzig'te ilk psikoloji laboratuvannı kuran Alman fizyolog Wilhelm Wundt (1832-1923), mo­dern psikolojinin babası sayılmaktadır. Wundt'un psişik olayları, fiziksel olaylar gibi ele alan yaklaşımı büyük yankılar uyandırmış, kısa sürede Avrupa ve Ameri­ka'da birçok yeni psikoloji laboratuvannın kurulmasına yol açmıştır. Bu ilk atılım ve canlanma dönemi, bir süre sonra psikoloji­nin konusu, yöntemi, amacı hakkında farklı görüşler ve ekoller doğurmuştur. Bunlar arasında şu ekoller kayda değer:
 Yapısalcılar: Kurucusu W. Wundt'tur. Bilincin yapı olarak incelenmesinden yana-dırlar. Fiziksel olaylar gibi, psikolojik olay­lar da daha basit olgulardan meydana gel­miştir. Psikolojik araştırmada amaç, bu ba­sit olguların neler okluklarını ve birbirleri arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmaktır. Konusu bilinç olan psikolojinin yöntemi ise içebakış ve deney olmalıdır.
  İşlevselciler: J. Dewey ve J.R. Agnel gi­bi düşünürlerin etkisiyle XX. yüzyılın ba­şında Chicago Üniversitesi'nde bir grup psikolog tarafından kurulan akımın taraf­tarlarıdırlar. Psikolojinin yalnızca bilinci değil, bütün zihinsel olayları, ihtiyaçları, insanın uyum çabalarını konu edinmesi ge­rektiğini; davranışın psikolojik basit birim­lerden değil, uyum süreçlerinden oluştuğu­nu savunmuşlardır.
  Psikanalistler: Amerika'da işlevselcili-ğin ortaya çıktığı sırada Viyanalı nörolog S. Freud tarafından ileri sürülen ve psikanaliz adı verilen görüş ve uygulamaları savunan­lardır. Uzun yıllar psikolojiyi ve psikiyatri­yi çok derinden etkilemiş ve etkilemekte olan bu akımdan birçok kopmalar olmuş ve yeni ekoller kurulmuştur. Psikanalisüer, bilinçin tek başına bir psikolojik yapı olmayıp derindeki temeli oluşturan bilinçdışınm bir görünümü olduğunu ve bu derin yapıların serbest çağrışımla açığa çıkarılabileceğini söylediler. Bu görüşlerle bütün insanlık ta­rihini açıklamanın mümkün olduğu kanaa­tini yaydılar.
  Davranışçılar: Yine XX. yüzyılın ba­şında bilinç, bilinçdışı gibi kavramların po­zitif bir bilimin konusu olamayacağını, psi­kolojinin bilim haline gelebilmesi için her­kes tarafından gözlemlenebilir ve Ölçülebi­lir olguların ele alınması gerektiğini düşü­nen, temelleri J. B. Watson tarafından atılan görüşleri savunan psikologlardır. Dış çev­renin uyaranları ve organizmanın bu uya­ranlara verdiği tepkileri asıl inceleme nok­tası yaptıklarından, bunlara uyaran-tepki (U-T) psikologları da denir.
  Gestaltçılar: Almanca bir kavram olan geştalt, 'bütün' anlamına gelir, alman psi­kolog M. Wertheimer tarafından, yapısalcı­ların atomcu görüşlerine karşıt olarak İleri sürülen bütüncü psikolojik görüşleri savu­nanlara da 'geştalt psikologları' denir. Bu akımın temel düşüncesini "bütün, parçala­rın toplamından farklıdır" sözü açıklar. Davranışın içinde oluştuğu fiziksel ve sos­yal mekanlardan ayrı ve parçalara bölün­müş olarak incelenmesini şiddeüe eleştir­mişlerdir.
 Psikoloji tarihindeki üçüncü ve son dö­nem "Çağdaş Psikoloji" denilen, II. Dünya Savaşı'ndan günümüze kadar uzanan dö­nemdir. Bu dönemde psikoloji modem bili­min bir dalı olarak kendini kabul ettirmiş ve yerini sağlamlaştırmıştır. Üniversitelerde ve eğitim, tıp, ordu, iş ve idare hayatı gibi birçok alanda uygulama alanı bulmuş, bir­çok al t-dala ayrılmıştır. Genelde akademik
ve uygulamalı psikoloji diye ikiye ayrılabi­len başlıca psikoloji dalları şunlardır: Aka­demik psikoloji genel başlığı altında; Genci Psikoloji, Karşılaştırmalı Psikoloji, Fizyo­lojik Psikoloji, Hayvan Psikolojisi, Anor­mallik Psikolojisi, Sosyal Psikoloji, Deney­sel Psikoloji, Genetik Psikoloji, Çocukluk Psikolojisi, Yetişkinlik Psikolojisi; Uygu­lamalı Psikoloji genel başlığı altında da Kli­nik Psikoloji, Eğitim Psikolojisi, Endüstri Psikolojisi, Askerlik Psikolojisi, Ticaret Psikolojisi vb.
 Çağdaş Psikoloji döneminde psikoloji­nin yöneldiği alanlarda büyük bir bilgi pat­laması olmasına rağmen henüz en temel ko­nularda bile (Örneğin psikolojinin tanımın­da) tam bir fikir birliği sağlanamamıştır. Sistematik psikoloji döneminde ortaya çık­mış bir takım psikoloji ekolleri tarihe karı­şırken, klasik psikanaliz ve klasik davranış­çılık alanında birçok gelişme ve değişmeler olmuştur. Çok sayıda yeni araştırma yön­temleri, teknikleri, araçları ortaya çıkmış, canlı davranışının öğrenilmesinde çok ileri adımlar atılmıştır. Halta edinilen bu bilgile­rin suistimaliyle insan davranışının belli alanlara kanalize edilebilme fırsatları bazı bilim adamlarını düşündürmeye başlamış­tır. Hİç şüphesiz "Çağdaş Psikoloji" döne­minin en dikkate değer olgularından birisi de, psikolojiyi bilimselleştirme çabalarının yol açlığı insana uygun ve insani olmayan tutumlara tepki olarak, Varoluşçu Felsefe ve Geştalt Psikolojisinin etkisiyle gelişen, psikanaliz ve davranışçılıktan sonra Psiko­lojide üçüncü güç' denilen insancı (huma-nistik) psikolojinin ortaya çıkmasıdır.
 Humanislik psikologlar (Cari Rogers, Abraham Maslow, Ludvvig Binswagncr, Viktor Frankl vb.) kendi içlerinde birçok farklılıklar gösterirler. Bu farklılıklar, dine verdikleri önem, insana ilişkin iyimser veya kötümser olma gibi düşünce noktasında ol­duğu gibi, tedavi yaklaşımlarında da belir­gin biçimde hissedilir. Bunun yanısıra hep­sinin ortaklaşa savunduktan ve bir manifes­to halinde yayınladıkları noktalar da vardır. Bunlar şöyle özetlenebilir:
a) İnsanı incele­yen bilimler, fizik bilimlerinin deneyciliği­ne (ampirizmine) değil, fenomenolojiye da­yanmalıdır;      
b) Her insanın psikolojik yapı­sının ayn olduğu bilinmeli, insan araç değil amaç olarak görülmelidir;
c) Psikoloji insa­nı yalnızca daha karmaşık bir hayvan olarak değil, özgürlüğünü korumak, kendi iç ya­şantılarına göre davranmak ve potansiyel­lerini geliştirmek isteyen özellikleriyle di­ğer canlılardan ayn olarak ele alınmalıdır; 
d) însan, eylemlerinden, hayat tarzından so­rumlu olan, seçen bir varlıktır;
e) Geçmiş veya gelecek değil, 'burada' ve 'şimdi1 önemlidir.